30 Eylül 2009 Çarşamba

Sonbaharda bir yaprak...

Dün yine aynaya baktım bugün gibi fark yoktu. Ayna oynuyordu benle, sola gidiyorum, sola geliyor, gülüyorum, gülüyor, dalga geçer gibi, bilmez gibi gözlerimdekini. Geçen aşkları, yanlız akşamları, hep değil ama genelde kederli geceleri, arayışları ve bulamayışları. Ayna düşünmez mi halimi, hiç demez mi bakma bana, bakma artık ben de yok arayışına cevap, ben de bakmaktan vazgeçeyim. Diyeyim ki; sen içine aynadan giremezsin, senin yansıman kirli, kara, göstermez aynada kendini, kandırır kendini, bir dev yapar, bir cüce seni aynı aynada, anlamazsın bile ne olduğunu.

Yıllar gelirken her gün, bakmazsın arkana bir gün.
Bilirsin giden de gelen de sensin,
anın mucizevi sürprizini ararsın.
Yakaladın yakaladın sonrası hatıran, öncesi umudun.
Durmak istersin zaman zaman,
Bir bitki gibi sakin, bir ağaç gibi sağlam.
Tatmak istersin kokusunu damaklarında, boğazında, ciğerlerinde,
Yaşamak istersin o anı iliklerinde.
Bırakmak istemezsin, ama ellerinden kaymasını da görmezsin
İlk ellerindeki sıcaklıktır giden,
Kalbin daha sonra anlar, sıkışır, nefesin kesilir,
Sonra gözlerin ağrır, damağında, yanaklarında o sinir acı
Ruhun en geç anlar, ararken bulur kendini hayalleri gecelerde.
Ve içinden çıkamadığın bu döngüde yaşar gidersin,
Bakmazsın arkana bir gün, yıllar gelirken üzerine her gün.

Yazı anlatabilir mi ne dediğimi?
Söz yeter mi?
Duygular hapis, ben gardiyan.
Kim soktu seni içeri?

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Bir yudum mutluluktur bilmek...

Bir resme bakmak, ressamın fırça darbelerinde zihninin içine girmek, resmi hissetmek...
Yediğin bir yemeğin keşif öyküsüyle bir çatal daha almak...
Şarabı yudumlarken tarlalarda üzümleri yalayarak esen rüzgarı tanımak, oraların kokusunu almak boğazından aşağıya kayarken...
Bir binaya bakıp heybeti karşısında onu yapanların çilelerini, işçilerin iniltilerini, kıvrımlardaki keski seslerini duymak, sonra yine hayran olmak...
Bastığın Arnavut kaldırımlarının dedikoduları arasında yürürken, bilmek geçen atlının buralarda nal bıraktığını ve hanımın göz yaşlarının şu taşı yıkadığını...
O parktaki ağacın yaşlı kollarında kimlerin asıldığını ve neden asıldığını bilmek, ağacın feryadını duymak küskün yapraklarında...
Dinlemek ustayı o sözleri yazarken neler hissettiğini, kimin için yazdığını hissederek ve bilerek
ve benzer şeyleri anlayarak bakmak çevrene sana mutluluk verirken.

20 Ağustos 2009 Perşembe

Hokus Pokus

Şiir büyü işi,
Hokus pokus.
Fotoğraf, resim gibi,
Bir çerçevede
Onlarca düşünce içinde...

Şiir büyü işi,
Hokus pokus.
Nar gibi,
Çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane.
Her bir tane de bin bir lezzet.

Şiir büyü işi büyü...

2 Ağustos 2009 Pazar

UYKU!

Oturduğum banktan bakarken ağaçlara perspektif duygumu yitirmemiştim, derinlik harikaydı, ışık çimlerin yeşilini ve ağaçların kahverengi tonlarını mükemmel yansıtıyordu. Bu güzel görüntüyü bozan, gözlerimi açıp kapamamı ve tekrar tekrar bunu yapmamı sağlayan pusu kaldıramamıştı göz kapaklarım. Bir an ürkütücü üç beş düşünce geçti; biri de “gözlerim mi bozuktu?”, soru buydu ama ürküten arkasındaki yaşlanmış olma fikriydi.

Hep beynin yaşlanmadığı üzerine düşünmüştüm, yaşlanan sadece bedenimizdi. Sadece aynaya baktığımız zaman yaşlandığımızı anlarız diye düşünmüştüm ve bir de yüksek efor sarf etmemiz gereken aktivitelerde. Hiç aklıma gelmemişti, gözlerin bozulabilme ihtimalinin bunu çağrıştırıp, ürkütebileceği.

Ama en azından şimdilik sorun gözler ve neyse ki yaşlılık değildi. Pus orada duruyordu, bir amacı varmışcasına, alamadım kendimi birkaç kez daha gözlerimi açıp kapadım, sağa sola bakındım, bir duman kaynağı, bir toz bulutu aradım, hayır pus bunlardan da değildi.

Foucault Sarkacı’ı elimde ve bilinmeyen pus içinde, ortaokuldaki zihni sinir projeler geldi aklıma aslında bu projeler ya da fikirlerin her dönem olduğunu düşündüm, bir şeyler sürekli aklıma geliyordu, şu pus gibi nedenini bulmaya çalıştım ve kendimi ne yapıyorum derken buldum, yani hayatla ilgili, yaşamımla ilgili, benim amacım neydi?

Gözlerimin bozulduğu fikri biran tekrar ağırlık kazanır gibi oldu, birkaç deneme bile yaptım, aklıma üç dört kere gittiğim göz muayeneleri ve gitmeden önceki ruh halim ve doktordaki şaşkınlıklarım geldi. Hiçbir muayene sonucu sıfır yirmi beşi geçmemişti, sonuncusu belki biraz ısrarımdan bir gözlük vermişti, bilgisayar kullanırken takabileceğim türden. Yine aynı hisse kapıldım, “saçmalama gözler sağlam”. Belki de pus a bu cevabı bulmak daha kolaydı.

Oysaki yaşamı sorgularken pus daha anlamlı gelmişti ama uzaklaşmak istemiştim bu düşünceden çünkü bu her yeri puslu yapıyordu. Korkacak bir şey yok derken fikirlerden biri, avutuyordu, bulamazsın, takılmana devam et diye, şimdiye kadar yaptığım gibi. Daha önceleri de durmak istemiştim, gittiğime eminmişim gibi, anlamak, kavramak, fark etmek neler olduğunu. Ama ya duramamış ya da gittiğini fark edememiştim. Şimdi şu pus bunları hatırlatıyordu bana.

Bir çok kereler olduğu gibi yine benim ve gizemli pusun dışında bir şey bilinmeyen bir zamanda, bilmediğim bir yerde beni uyandırdı ya da uyuttu!

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Değişim her bireyin kafasında başlamalı...

İnsanlar aç, çocuklar ölüyor, birbirimizi öldürüyoruz,
Tahammülsüz olmuşuz,
Bencilliklerimizin önüne geçemiyoruz,
Tatmin olamıyoruz,
Bunlardan dolayı herkes üzgün,
Kimse memnun değil olanlardan,
Elimizden de pek bişey gelmiyor, sistem öyle güçlü bir şekilde kurmuş ki ağlarını ona karşı değil ama uzak durabilen bazılarımız ki onlar da ağın en ucuna çekmiş kendini, az sallantılı, izleyici olarak katılmakta olanlara.

Benim tek çözümüm toplu olarak bilinçlenmemizden, pardigmamızı değiştirmekten başka birşey değil. Bu paradigma değişikliğinin temelini anlatacak tek bir kelime bulamadım ne Türkçe'mizde ne de İngilizce'de bunun için bir kelime bulacağım ve anlatmaya çalışacağım ilerleyen günlerde...

3 Temmuz 2009 Cuma

Kim daha fazla yaşıyor... Kim daha fazla insan...

Geçenlerde insanların daha uzun yıllar yaşadığı ile ilgili bir haber okurken bunun üzerine biraz düşündüm ve şöyle bir düşünce aldı beni...

Eskiden, yüz, iki yüz yıl önce insanların yaş ortalaması ellili yaşlardaydı, teknoloji ilerledikçe hastalıkların nedenleri ve çözüm yolları bulundu bu da direkt olarak insan ömrünün uzamasına neden oldu. Ve şimdilerde yetmişli yaşlara kadar ırkımızın yaşı uzatıldı ve daha da uzayacak gibi. Tam bu noktada kendime şu soruyu sordum dün pazartesiydi ve bugün cuma, dün otuzdum şimdi otuzbeş, belki biraz daha fazla, zamanın geçişinin farkında bile değilim ve şehir yaşantısı ve çalışma temposu içinde olan bir çoğumuz bu durumdayız. Günlerin geçişinin farkında değilsem yetmişime kadar yaşamış olmamın ne anlamı var? Ben şimdi yaşadığı günlerin farkında olan hergünü dolu dolu kendisi için geçiren birinden daha mı fazla yaşamış olacağım, bence hayır. Eski insanlar benden ve benim neslimin bir çoğundan daha net yaşadılar. Yaşadıklarının farkındaydılar.


Ve başka acı birşey daha, bir çoğumuzun dilinde çalışmazsak, şunu yapmazsak, bunu yapmazsak zaman geçmez, sıkılırız. Gerçekten de öyle şu koşuşturmadan sıyrıldığımız zamanlarda sıkılır buluruz kendimizi amacımız zamanı yemekmiş gibi. Bu sosyal sistem bize öyle birşey aşılmış durumda ki sürekli çalışmalısın, sürekli meşgul olmalısın ama düşünmek ya da kendini bulmak için resim yapma, yazı yazma çabaların çalışmakdan daha öncelikli olamaz olduğu zaman rahatsızlık duyarsın, kaygılanırsın. Düşünmek ve kendini bulma çabaları için yapılanlar sistem taradından üçüncü, dördüncü önceliklerimiz olmuştur. Öyle bir hal aldık ki düşünmeyi bile unuttuk. Düşünmek israf, para getirmeyen yazmak israf, para getirmeyen herşey hobi olmuş ve zaten hobilerimize işden zaman hiç ya da pek az kalmış.

Düşünmeyen insan, insan mıdır? Ama tabii kim düşünme diyor ki bize bu zaten bizim kendi tercihimiz değil mi? İşte tam da burada en büyük tehlike bize empoze edilmiş birşeyi kendi hür irademizmiş gibi seçtiğimizi zannetmemizdir. Kendi seçimimizmiş gibi algıladığımız aslında bu sistemin kurgusu içinde ve tek amacının biz insanları yönetmek olan, bunun için bizi modern köleler haline getiren, koca bir yalanın içinde olmamız ve bunun için en önemli özelliğimiz olan düşünmeye zaman ayıramayışımız da başka bir acı.

11 Haziran 2009 Perşembe

Faruk Bayülkem'in ardından...

Dün örnek aldığım, sevdiğim bir insanı Faruk Bayülkem'i kaybettik. Kendisi ile 80 yılların başında tanıştım o zamanlar sadece o her zaman ki giyim tarzı ile, ya papyon ya kravatı dikkatimi çekmişti. Hep çok nazik konuşur, konuşanı da ilgili ile dinler ve bunu belli ederdi. Yardım taleplerini geri çevirmezdi, ya kendisi ilgilenir ya da benim selamımı şuna söyleyin o halleder derdi.

Sakıp Sabancı ile bir ödevim için bana röportaj ayarlamıştı, ödevden 9 dokuz almıştım, hoca not düşmüştü "malzeme güzel ama yazım zayıf".

Tanışmamızdan sonra Leo kulüp vasıtası ile kendisinden çok defalar faydalanma şansını bulmuştum. Sevgili arkadaşım Selim'in de dedesi idi. Ve ne gariptir ki babamın da Lion olması için 70 li senelerin sonunda önericisi olmuştu, kendisi Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin baş hekimi iken babamda yeni mezun teknik şef olarak hastanede onunla çalışmış ve hastane içi değişik projeler sayesinde kendisi ile yakınlaşmıştı.
Selim'den öğrendiğime göre bir iki ay öncesine kadar hep bildiğimiz Faruk Bayülkem olarak kalmış, ne mutlu ona, umarım biz de akıl sağlığımızı kaybetmeden bu dünyadan göçeriz.
Bana sigaranın zararları ile ilgili onlarca şey öğretti. Bak çocuğum der, bilgi bombardımanına tutardı.
Hiçbirşey ölmez, her şey yaşar, sen, seni düşündüğüm her an var olacaksın, seni hep düşüneceğim, sevgim seninle olsun, senin ki benimle...

31 Mayıs 2009 Pazar

Sevgi...

Sevgi bir kelimedir, aşk gibi...

Önemli olan kelimenin çağrıştırdığı bağlantıdır. Göze alınan şey bu bağlantı ile olur. Bu bağlantının gücü ve devamlılığı bize olduğu kadar, çevreye ve zamana da bağlıdır.

Vatan da bir kelimedir ve onun da çağrıştırdığı bir bağlantı vardır. Ama bu kelime sevgi ve aşk kelimelerinden daha farklıdır, para gibi, güç gibi, ahlak gibi...

Sınırların kalktığı bir dünyada vatanın çağrıştırdığı bağlantı ne kadar güçlü olacaktır ya da açlıktan ölüm mücadelesi veren insan için ahlak nasıl bir bağlantı çağrıştıracaktır?

Kelimeler kavramları ile bize öğretilirler bu nedenle toplumlar arası kavramların çağrıştırdığı bağlantı da farklılık gösterecektir.

Bunu bilerek karşılıklı anlayış ile yaşarsak hiç için kimseyi kırmamış olucaz.




26 Mayıs 2009 Salı

Düğüm Cambazı

Çözülmemiş düğümün bir ucu bende,
biri ucu sende.
Sabah akşam çekiştiriyoruz,
Bir türlü bırakamadık.
Böyle karışıkta olmadı ama.

Çözmek istedik, daha çok karıştırdık,
Sevgi çözer dedik, çözülmedi...
Bir ucu sensin biliyorum, yeter dedik, yetmedi...
Ne başka bir ip tutabildik, ne de bu ipi bırakabildik.

Aşkım çözmek bu düğümü sonumuz olacak,
İki cambaz aynı ipe çıkacak,
Ya sen düşeceksin ya ben.
Elde ne ip kalacak, ne sen, ne ben...

Yokum, göçtüm, gidiyorum artık...

Ben yokum artık.
Bırakıyorum onları, şunları bunları,
Aramaktan vazgeçtim,
Bir bitki olmak istiyorum,
Bilgisiz ve sorumsuz.

Ben göçtüm artık,
Bırakıyorum oraları, şuraları, buraları,
Yorulmadım ama anlamsız artık,
Sonu gelmez sonların,
Bir ışık olmak istiyorum,
Hızlı ve gözükmez.

Ben gidiyorum artık,
Kuşlar gibi mecburen değil,
Bilerek ve isteyerek,
Susuzluğun bitmeyeceği anlarda,
Su olmak için,
Tatlı ve tükenmez.

Nafile kaçışlar,
Kendini anlama çabaları,
Farkındalıklar,
Uykusuz geceler,
Anlamsız akşamlar,
Zamansız aşklar,
Sevgisiz insanlar,
Yokum, göçtüm, gidiyorum artık...



Ve Susan Boyle devam ediyor


Ve Susan Boyle devam ediyor... Çok kısa bir süre önce ona gülen herkes onu izliyor...




https://www.dtunnel.com/index.php/1010110A/f6d48fca43705451e33db857026c010a2d178f8bf54bcdbfbca00c55c0b6fc178e26d66c60a5d1ad74d3032cdb70af9fb4a384b939536d9a5cc3314d0e336517592

19 Mayıs 2009 Salı

Özledim...

Şimdi anlıyorum, bazen kelimelerin ne kadar kifayetsiz, konuşmanın, anlatmaya çalışmanın boş olduğunu, duyguları aktarmayı, puslu bir akşamı ya da az bulutlu kapalı dolunaylı bir geceyi anlatmanın zorluğunu. Dans etmeyi kağıdın üstünde, ritimle coşturmayı ve ağlatmayı kalemi sayfaları dalgalandırmadan.

Gece küçük bir öpücüğü gemiye bindirip, o salınışı, batıp çıkan karayı ve mehtabı anlatmayı, bitmeyen veya bitmesini hiç istemediğimiz gecelerde saydığımız yıldızları tekrar tekrar farkında olmadan saymayı, bir çiçeğin açışını, güneşin doğuşunu, yağmurun altında ıslanmadan, su birikintilerini önemsemeden sarmaş dolaş yürümeyi, içimde hissettiğim ışığı dışarıya vermeyi, kaygısız ve beklentisiz bunu hissettirebilmeyi, dokunduğumda canlanan bir kalem gibi, bir kutu boyayı döküp sadece bu izlerin kalması gibi, gözlerimi kapattığımda seni koklamak gibi, sonu olmayan cümleler, paragraflar gibi seni özledim...

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Bitmeyen Işık

Bir ışık var içimde sönmemecesine parlıyor kararan her gecede,
Bir ışık var içimde tükenmemecesine yol gösteriyor önümde,
Bir ışık var içimde hiç bitmemecesine umutlandırıyor beni yine her gece.

15 Mayıs 2009 Cuma

Bizi Aşk Kurtaracak

Sevgilim senle ben sevgiden çok ayrı şeyler anlıyoruz 

sen güce bense aşka aşığız bu yüzden anlaşamıyoruz 

içimde koskocaman bir yer sana da başkalarına da yeter 

bu yürek aşkla ölür bin defa bin defa doğar aşkla yeniden 

gelir geçer ne sevdalar değişir her şey, değişir insan 

seneler sonra utanır herkes bu boş, anlamsız, küçük oyunlardan 

ateşle oynama, ateşle oynama sonunda ellerin, dillerin yanacak 

dilersen gel beni bir kere daha vur vurduğun yerlerde güller açacak sevgilim anlamsız bu savaş savaşlardan daha güçlüdür aşk 

bitecek kavgalar, bitecek bu hayat sevgilim bizi aşk kurtaracak. 

S.Aksu

Bir saat ne kadar?

Zamanı tutamıyorum, birileri saatimi hızlı çeviriyor, oturduğum koltuğu altımdan alıyor. Ben yürümüyorum yolları çekiyorlar altımdan. Güneş ayı, ay güneşi kovalıyor. Dalgalar daha hızlı dövüyor sahillerimi. Bir kendine çekiyor, bir sahile atıyor. Koşmalı mı, uçmalı mı bilinmez ancak bir şekilde yakalamalı geçen zamanı. Pazartesi sandım, salıymış derken bir baktım cumaya girmişim.

Akarsudan aşağıya yuvarlanmak bazen zevk veriyor insana, hele o durgun sularda sallanırken. Gülüyorsun çılgın sularda sana çarpan kayalara, seni kah yoran, yıpratan, kah güçlendiren, kamçılayan. Hep aynı; bir süt liman, bir canavar, hiçbirinden kopamıyoruz.

Bu da gelir, bu da geçer...


Kurduğumuz bir dünyada,
kurduklarımızla mutlu oluyor,
kurduklarımızla mutsuz,
kendi koyduğumuz duvarlarla;
özgürlük savaşçıları kesiliyor,
dikte edilenler için ölüyor, öldürüyoruz
oysa ki insan için kim söyledi
doğru olanı?
Sevdiğimiz renk bizim mi?
Yakıştırdığımız saç modeli,
biz biz miyiz?
Akıntıda durup, durduğun yeri
anlamaya mı çalışmalı?
Amaç nedenini mi bulmak,
yoksa bir neden olmak için mi uğraşmak?
Düşünsene gelmişsin otuz beşine,
ne ileri ne geri, ne olmuş?
Ne oldu o kadar ağladığın?
Paralı günler, parasız günler,
kızla el ele,
yalnızlıkla el ele,
ha denizde, ha işte,
kafandaki dikişler canını mı yakıyor,
ayrıldığın sevgilini mi düşünüyorsun?
Ne oldu şimdi?
Sence otuz beş yaşın kendi içindeki
ihtişamını kırk üçün umursayacak mı?
Aynı otuz beşin, yirmi beşi umursadığı gibi.
O yüzden değil mi gelip, geçişleri,
Onların, yirmilerin, otuzların, kırkların...
Anlamlı mı, ne olacak?
Onu mutlu et, bunu mutlu et
ya da bencil ol.
Şimdiden başka, aldığın ... şu nefesten
başka ne var!
Yanına koymasan gururunu, egonu,
şuyunu buyunu ne var elinde?
Bunlarla mı varsın, bunlarsız var mısın?
Bunlar ne ki hiçten başka...

12 Mayıs 2009 Salı

Küçük ama aslında büyük….

Küçük küçücük bir yer Tatvan… Yetmiş bin nüfusu, dağları ve gölleri ile… Niye bu kadar mutlu ve üzgünüm… Mutluyum çünkü her saçmalıktan bir olumlu yön bulmaya çalışıyorum, üzgünüm çünkü olumlu yönümden bile saklayamayacağım saçmalıklar var. Şu küçük dediğim yer var ya Tatvan, öyle büyük ki, M.Ö. 2300 lerden beri insanlar burayı seçmiş, ilim merkezleri mi olmamış, toplanma yerleri, geçiş yerleri mi olmamış. İnsanlar sözüm ona bize göre ilkel medeniyetler yani bizim dışımızda herkes öyle güzel kıymetini bilmiş ki Tatvan’ın, üzülürken acıyorum da bu kez; Nemrut dağının ihtişamı ile bulutların o koca göle aksini izlerken, temiz dağ havasını ciğerlerime çekiyorum ve diyorum ki 2009 da şu ilçenin haline bakın. Ne tesis var, ne altyapı, ne ulaşım doğru düzgün… Biz bu toprakları hak etmiyoruz… Güzellikler bize haram…

 

Sevmek seni üzülmemecesine,

Anlamak seni kızmamacasına,

Düşünmek seni bıkmamacasına,

Özlemek seni gelmeyecekmişcesine,

Hissetmek seni içimdeymişcesine,

Beklemek seni……… sadece beklemek…

1 Mayıs 2009 Cuma

Herkes Değerlidir...


Herkes bir yıldızdır....

Aşağıda linki olan görüntüyü izlediğimde çok üzüldüm.
http://www.youtube.com/watch?v=9lp0IWv8QZY&feature=related

Bir insan sahneye çıkıyor ve herkes, ekran başında ben de küçümsüyorum, tuhaf geliyor sadece tipi ve davranışları yüzünden... Ve o öyle bir tokat atıyor ki hepimizin yüzüne 5 sn içinde ona olan tüm düşüncelerimizi değiştiriyor. Ve ben üzülüyorum.... Acıyorum halimize... İnsan olduğu için birini sevemediğimize üzülüyorum, insan olmasına rağmen küçümsememize üzülüyorum.

Öyle güzel yargılıyor,
Öyle güzel o küçük dünyamızda etiketliyor,
Ve öyle kolay küçümsüyor,
Öyle acımasızca yokmuş gibi davranıyoruz ki birbirimize,
Oysa herkes değerlidir, herkes bir yıldızdır, herkesin içinde kendi bile farkında olmasa ışıldayan bir ruh, yetenek vardır...

Yeteneklerimizi düzenin getirdiği, ekonomik kaygılar, baskılar, duvarlar ve bir sürü saçmalıklardan dolayı, başkasına da kendimize de vermediğimiz şanslardan dolayı fark edemediğimiz yıllar, ömürler yaşıyoruz...

Biz bu zamanın insanları buna kocaman bir DUR demek zorundayız. Buna dur demezsek geriye dönüp baktığımızda kırdığımız kalpler, hor gördüğümüz adamlar, kadınlar, konuşmadığımız arkadaşlar, sevgililer, akrabalar, insanlar, dakikalar, anlar için kahır olacağız. 

Zaten bu bilincimizde bile ne kadar küçülmüyor mu dünün nedenleri ama dur dediğimiz zaman, zaman geçtiği için değil doğru zamanda o anda bunun küçüklüğünü gördüğümüz ve buna uygun davrandığımız zaman, insan olduğumuzu bildiğimiz için aynı hatayı yapmayacağız.

Buna dur diyelim, kimsenin suçu değil, şimdi kötü dediğimiz yarın değişebilecek doğrular. 

Onun suçu değil, çalmak, öldürmek, yalan söylemek,
Onun cahilliği değil, eğitimsiz bir aileden gelmek,
Onun hatası değil, zengin bir dünyada fakir bir insan olmak,
Onun bilgisizliği değil, zengin bir dünya, fakir bir insan olmayacağı,
Onun yalanı değil, şunları yapmazsa yanacağı,
Onun suçu değil, töre için, toprağını savunmak için, intikam için birini öldürmek,
Onun zayıflığı değil, intikam duymak, güçlü olmayı istemek,

İtmeyelim hiç kimseyi bir köşeye, herkes bir yıldız, herkes değerlidir...


28 Nisan 2009 Salı

Bırakmak...

Yine geçiyor içim, tersim düz, düzüm ters oluyor, bilmiyorum hangi yüzüm düz. Düşmanlarla savaşan bir kostümüm yok geceleri çıkardığım, düşmanım yok, savaşım kendimle.

Aklar, karalar, akan duygular... Ne kadar tuhaf, boğulmaktan korkulmaz mı? Dibini görmek, bir daha hiç nefes alamayacağını düşünmeden, dibe dibe inmek... Dipte ışığı görmek onun mutluluğu ile ışık olmak... Ne fark eder bir saniye olsun kalan zaman, o bir saniye tüm yaşanan zamana değer...

Işık olmak seninle aynı nefeste,
Işık olmak seninle aynı histe,
Işık olmak, yanmak seninle...

27 Nisan 2009 Pazartesi

Hayatı kavra o zaten sensin...


Ne kadar acı, hiç birşeyi kontrol edemezken bir çok şeyin kontrolümüzde olduğunu zannetmek,
Ne acı, hiç birşey bizim değiken bir çok şeyin bizim olduğunu zannetmek,
Ne kontrol etmek, ne de bencilce sahiplenmek, herkese ve her olaya olduğu gibi bakabilmek, olduğu gibi anlayabilmek... 

Ağzımızda bir lokma, çıkartsan çıkartamıyorsun, yutsan yutamıyorsun, bu nedir bilmiyorsun, bakıyorsun yok ama sen boğulmaya devam ediyorsun...

23 Nisan 2009 Perşembe

İsmini Sen Koy...


Nasıl harcarım üzüntüleri onlar heyecanların yıldız tozları
Biriktiririm avucumda,
Geçemez hiç bir hücrem senden,
Güne başlarken seninle, gün sonuna kadar, bi de yatarken
Varsın hep aklımda,
Sanırsın ki uzaksın, oysa hiç bu kadar yakın olmamıştın,
Hep gözlerimin önünde,
Kokun üzerimde, saçların ve tenin gibi...

19 Nisan 2009 Pazar

Yaşanamayan anlardan, yaşanmış hayat çıkar mı...


Zamanı yaşıyoruz ürkek ne getireceğini bilmeden, sevgileri kısıyoruz sonsuzmuşcasına. Hayat içimizden akarken ne geçmişe, ne de geleceğe bakmadan sadece o anın içinde var oldu. O anlar hayatımız oldu ama o anı hiç bilemedik...

Bir varmış, bir yokmuş, belki hiç olmamış... belki hep olacak...


Sıcacık bir güne açtı gözlerini, hayalinde elleri, gözleri ve ruhu vardı. Pırpır çırpan yüreklerle yükseldiler, her şeye tepeden baktılar, sessizliği bozan keman ve aynı ritimdeki kalp atışları ile.
Sıcacık yüreklerle kavradı eller, gözler ve sonra ürkeklikler... Şimdi aynı atan iki ayrı kalptiler... Belki de hiç aynı atmamışlardı... Şimdi katildiler, kalplerinde parmak izleri...

Kulaktan, tene...


Gözlerim kapalı Farid Farjad dinliyorum... Kalbim pırpır... Ellerimde kadifeler... Burnumda amber yasemin kokuları... Gönlüm açık, bin bir hayallerde Farid Farjad dinliyorum...

5 Nisan 2009 Pazar

Yalnış.....


Bu dünyada yaşayanların yarısı günde 2 dolardan azla geçinmek zorunda kalıyorsa, Afrika'da 2 saniyede bir çocuk ölüyorsa, silah harcamaları, sağlık ve eğitim harcamalarından çok daha fazlaysa, insanları köleleştirmek için; daha fazla tüketmesi, borçlanması planlı olarak sağlanıyorsa hem de bu hiç bir karşılığı olmayan her an ihtiyaca göre basılan paralarla yapılıyorsa ve bu nedenle insanlar, üzülüyor, mutsuz oluyor, hapse atılıyor, yaşamlarına son veriyorsa ve en kötüsü bunun kendi seçimleri olduğunu zannediyorlarsa, yalnış, her şey yalnış, yeniden kurmamız gerekiyor demektir...... Ve biz bu yalnışa her gün ortak oluyoruz........... Yalnışın önce farkında olalım........

1 Nisan 2009 Çarşamba

Mucize... Bahar ve Aşk...


Bahar bir mucize doğurdu, aşk. 
Şimdi beyaz atlı prensini bekleyenler, prenses kıyafetlerini giydiler ama bir soru takıldı akıllarına; "Ben beyaz atlı prensimi bekliyorum ama ben prenses miyim?"

Orkestra şefi sopasını uzattı, aynı enstrümanlar, başka melodi çalmaya başladı. Önce dil başladı aşk aşk diye inceden, ardından basa basa kalp titredi aşk diye. Gözler parladı dilin devam edeceği aşkı mırıldanmaya. Dil söyledi söyledi ve haykırdı göğe, güneşe kadar aşk diye. Artık eller, ayaklar hepsi aşk diyordu bahar sonatında... 

Ve bir mucize oldu; düşünce konuştu, bahar uyandı, şef durdu, dil sustu, kalp de durdu, düşünce ruh dedi. Ruh, ben aşkım dedi. Beni çağırdın ama ben hep vardım, yakındaydım, içindeydim. Sen beni beklerken ben burdaydım hiç gitmedim. Sen beni duvarların arkasında, toprakların altında, okyanusların dibinde bıraktın ama ben aşkım ne yaparsan yap parlarım. Ben bir mucizeyim, sana umudu veririm, aşk ol diye. Umudun mucize olur aşk olursun, ruh olursun, ruhum olursun, biz oluruz. Sonra en mükemmel şeyi seni görürüm aynada.

31 Mart 2009 Salı

Bütün içinde ütü, ne fark eder ün için hepsi bi bütün...

Bu ülkede 35 yıldır yaşıyorum. Bana bu ülkeyi sevmesini öğrettiler.  Vergilerini ödemesini, büyüklere yer vermesini, yere tükürmemesini öğrettiler. Kırmızıda durmasını, kaldırımda yürümesini, yerlere çöp atmamayı, insanlara gülümsemeyi, selam vermeyi, vatandaş olmayı öğrettiler.

Bana bu ülkenin mucizevi kurtuluşunu anlattılar. Kimlerin yitip giderken ölümsüzleştiğini, bir karış toprak için dökülen göz yaşlarını anlattılar sadece kıymetini bileyim diye. Bu kıymet ki içinde paylaşmamak yoktu, şusun busun demek yoktu. Dilin bu, rengin bu yoktu. Kucaklıyordu bu topraklar üzerindeki herkesi, ayırmadan, ayrılmasına izin vermeden. Bu kıymet birleştirmemişmiydi mucizevi kurtuluş için.

Şimdi herkes kendi rant kapısında 56 siyasi parti ile bütün olan bu milletten oy istiyorlar. Bu milletin ortak menfaati için birleşememeleri çok açık bir şekilde göstermiyor mu ki bireysel çıkarları çok daha üstün.

Bir yerel seçim daha geçti, aslında ne fark eder Ahmet, Mehmet, benim istediğim yaşanası bir şehirden başka ne?

29 Mart 2009 Pazar

Müziğin dokunduğu yer...


Tarifi güç duyguları ayaklandırıyor içimde. Nereye dokunduğunu bilmiyorum ama tüm hücrelerimde hissediyorum... Beni aşka çağırıyor...

22 Mart 2009 Pazar

Fark etmek...


Dün akşam yine tesadüfen bir DVD izledim, Mario Frangoulis'in 2002 yılında Selanik'de "Theather of the Earth" deki konseri.

21.yy tenorü M. Frangoulis in sesini daha önce duymuştum ama fark etmemiştim, dün akşam onu fark ettim ve üzüldüm sevinirken. 

Ve bir şarkısı...

Sometimes I dream
I'm lost in time,
where heroes go
and no one speaks
in broken words,
and lovers aren't afraid to know
each breath that calls,
each star that falls,
an angel
dies to be alive.
Am I dreaming 
or am I in love?

E lucevan le stelle... (=and the stars were shining)
Ed olezzava la terra... (=and the earth smelled sweet)
Stridea l'uscio dell'orto (=the garden gate creaked)
E un passo sfiorava la rena... (=her footsteps barely touched the path)
Entrava ella, fragrante, (=She came in, so fragrant)
Mi cadea fra le braccia... (=and fell into my arms...)

Sometimes I dream
a dream so real
I am deceived.
The curtains part.
The stars reveal
a story that I must believe.
They turn a page,
they see a stage
and wonder
who they gaze upon.
Am I dreaming,
or dying for love

O, doici baci, o languide carezze, (=what sweet kisses, slow and gentle caresses)
Mentr'io fremente (=while trembling, I released)
Le belle forme disciogliea dai veli! (=the lovely face from its veil!)
Svani per sempre il sogno mio d'amore... (=My dream of love is gone forever...)
L'ora e fuggita (=The hour has flown)
E muoio disperato! (=and I die in despair!)
E non ho amato mai (=Yet I've never been)
Tanto la vita! (=so much in love with life!)

Sometimes I dream
Sometimes I dream
Sometimes I dream


19 Mart 2009 Perşembe

Başlangıç....

Bugün bir blog bana bu blogu açmam için ilham verdi "aykadını".

Çevremizde tesadüflerle ya da arayarak bulabileceğimiz o kadar çok ilham kaynağı var ki sadece farkında olalım, görebilelim...

"Başlangıç" başlığı bugünüm için çok doğru bir isim.
Bugün Vemma adlı bir ürünle tanıştım, hem maddi hem de manevi açıdan beni memnun edebilecek bir ek iş. 

Bugün ilk blog umu açtım. Ve blogger lık keyifli olabilecek değişik fikirler veriyor...

Evet bugün bir başlangıç....

Sevgiler...